29 Haziran 2010 Salı

WOW MOM

35 yıl enerji tasarrufu yaptım ben.
Spora, aktiviteye karşı yaşadım.

Sebebi tabii ki hiperaktif annem:
Güneşin 90 derece açıyla beynimizin tam ortasına ışın isabet ettirdiği, halk arasında kavurucu öğlen sıcağı 12 diye bilinen saatte beni tenis oynamaya yolladı.

35 yaşımda bile henüz yaklaşık 1.5 metreye ulaşabilen boyuma aldirmadan, ilkokulda bana basketbol denetti , olmadı.

Basketbol olmadıysa daha yere yakını olsun, hentbol dedi. 24-1 yenildiğimiz bir maçta tek golü ben attığım için bir süre kaptan oldum (bu da benim spor hayatımın en yıldızlı dönemidir, yaş da sanırım 10)

Kayak yapmaya götürdü, batonum teleski'ye takıldı, kayağım çıktı, elimdeki tek baton da direnişe dayanamadı, eğildi. Aşağı indiğimde tek eğik batonum ve buhar olmuş gözlüklerim vardı.

Yazın nasıl olsa denizde yüzüyorum diye kışları da havuza yüzmeye gönderdi.

Erkek kardeşimle bisiklet sürüp boğuşma oyunları oynarken, beni piyano dersine yolladı, ilk gösterimde sadece "uç uç böceğim annem sana terlik pabuç alacak" eserini sanatseverlerle buluştırabildim. Üstelik üzerimde hiç unutamadığım güzellikte mavi, üzerine beyaz çizgili, vatkaları olan bir denizcimsi ceketle..

Paten aldı, al bununla kay diye...Tesis yok, yollar takur tukur, o da olmadı.

O zaman buz pateni dedi, o da olmadı.

Bu arada tüm bunları yapmaya çalışırken , o zamanlar henüz 5 civarı olan miyobum ve tabii ki henüz inceltilmişlik bilmeyen colormatik camlı gözlüklerim de benimle. Debelenip terledikçe burunum üzerinde durması oldukça zorlaşıyor...

Eğer çocuğunuzun kendine güvensiz, ezik olmasını isterseniz, yapmayı istemediği herşeyi yaptırın, istemediği her yere götürün. Yapmak istemediği için başaramasın, başaramadığı için kendine güveni yavaş yavaş kaybolsun. Bir de asık suratlı olsun.

Bende durum böyle olmadı gerçi. Ben bu büyük güce karşı gelemeyeceğimi bilerek yaşadım. Evde onun hadi hadilerini dinleyip uyuşturucu almışa dönmektense, gider görevi tamamlarım, mesaiyi doldururum, hatta bir yolunu bulursam gitmiş gibi yapıp bir yerlerde saklanırım şeklinde yaşadım. Dayan Rocky, geçecek durumu yani...Dayandım, geçti....Egemenliğimi ilan ettiğimden itibaren de (bu arada benim egemenlik dediğim şeyi sözlük anlamıyla değerlendirmeyin, içinde bulunduğumuz şartlara göre egemenlikti bu bahsi geçen), istemediğim hiç birşeyi yapmadım, enerji tasarrufu stand by modunda yaşadım. 15 yıl spor yok, hobi yok, aktivite yok.

Bademle birlikte bi hareket geldi bana. Aradan da bayaa bir yıl geçince sportik meselelerdeki başarsızlığımı da unutmuşum; herşeye bi güvenle bi hatırlamamazlıkla yeniden başladım. Anneciimin hakkını şimdi vermek gerek. Temel eğitimleriyle zamanında iyi donatmış beni. Neye elimi atsam oluyor. Eee tabi bir de enerji tasarrufu olayı var.Yıllardır biriktirdiğim enerjiyi, iş hayatında da verimli kullanamayınca, çıkaracak bir yer olmalı. Bir yerden akıp gitmesi lazım ki, içimizde patlamasın o enerjik durum. İşte tüm dinamikler birleşti, beklediğim sinerji oldu.  Ben spor yapmaya başladım bir anda.....

Annecim, baskıcı kişiliğin sayesinde herbirşeyden nefret edip, uzun yıllar enerji tasaruffu yaptım. Teniste bir Justine Henin, koşu bandında bir Usain Bolt, pilateste bir Ebru Şallı olamadım belki, ama tam ihtiyacım olduğu zamanda, sayende yıllardır biriktirdiğim enerjiyi kullanacak nefis bir kanal buldum. Sakın salma, peşimden ayrılma... Benimle ilgili yeni projelerini heyecanla bekliyorum. Ellerinden öperim.Ve tabii ki izindeyim:)

28 Haziran 2010 Pazartesi

Bİ DE ÖĞRENCİ VELİSİYİM

Ben de yok yok...
Bi de veliyim ben...
Biraz ürkek bi veli...
Okula giderken öğretmenle , diğer velilerle ne konuşacağını bilemeyen anti-sosyalimsilerden...

Öğretmenlere söyleyebileceğim en önemli şey; "bademin gözündeki ışığı kaçırmayın, sağlam gelsin sağlam gitsin, sevgi verin". Başka da birşey istemem.  Organik yemekmiş, İngilizce öğrenecekmiş, dramaymış bunlar gözündeki ışık durduğu sürece önemli benim için. Onları ben de hallederim. Siz, ben yokken oğluma iyi bakın, büyüyünce, "ben bunu bilmiyorum" diyebilecek kadar özgüvenli olsun yeter diyebiliyorum sadece...

Eeee böyle olunca ne oluyor, mevzu minimalleşiyor, konu olmuyor konuşacak.
Kim konuşur ki bu devirde ne yerse yesin yeter ki aç kalmasın diye düşünen , terlediğinde oooohhh çok eğleniyor diye sevinen, kim korkar domuz gribinden, boşşveerr bişe olmaz diyen, bu okulu seçtik çünkü eve en yakını bu,  bol bol uyusun, yolda yorulmasın diyen anneyle.

Çok hararetli çok hareketli sohbetler var diğer tarafta; okulun İngilizce eğitimden memnun değilim, yemekler her zaman organik değil gibi geliyor, yoga dersinden çok memnunum  hafta sonu ek yoga dersi aldırıyorum, bu hafta sonu bizim program çok yoğun, önce  yüzme, sonra ata binme, sonra piyano, sonra da bi yaşgününe katılacağız.

Niye beni tercih etsinler ki? Her konu 2 cümlede bitiyor. Ben konu açiyim diyorum, açtığım konuyu kendim kapatmak zorunda kalıyorum. Grubun en zayıf halkası....

Okul aile birliğine giriyim dedim senenin başında.  En yakın arkadaşlarıma, koca beyime sordum, nasıl olur, bademe bi faydası olursa okul aile birliği için hizmette bulunacağım, bi torpil, bi bişe işe yarar,  badem'in hayatı kolaylaşır falan dedim.
Koca Bey tepkisi: Bilmem ki, sen bilirsin, sen çok sevmeyebilirsin, biraz sosyal olmak lazım galiba orada.
Arkadaş tepkisi: Yani oradaki insanlar Semra Özal'ın papatyaları gibi birşeydir, sen ne yapıcan ki orada?

O kanala da giremedik yani....


Arıyorum; kendim gibi anti-sosyal, zor iletişim kuran, yavaş yavaş açılan, basic çocuk konuları dışında da konuşmayı seven, yaşı yaşıma uygun, hala BİREY olan anneler babalar arıyorum.

27 Haziran 2010 Pazar

BIG FAMILY




BIG ama  ciddi BIG bi family bizimki. 6 tane kardeşten 2'şer 3'er çocuk...2'şer 3'er çoçuktan yine 2'şer minik çocuk... Gelincikler damatçıklar falan derken klan olmuş bi aile.
Kuzenler, yeğenler, torunlar torbalar falan derken çekirdek kabile olmuş bir aile....

Bu hafta sonu 2. derece kuzenlerden birinin düğünü vardı...Bu kadar kalabalık olunca ancak böyle büyük eventlerde herkes birbirini görebiliyor. Eeeennnn büyük amcalara merhaba dediğinde, önce 5sn falan yüzüne bakıyor, sen bozulmuyorsun o arada, sonra, ooooo güzel kızım nasılsın diyor (bu da ismini aniden hatırlayamadığının işareti), torunumuz nasıl diyor(anlıyorsun ki yavaş yavaş zihin açılıyor), kaç yaşında olursan ol, yüzünü 2 elinin arasına sıkıştırıp seviyor. Bir de ailede ikizler, ikizlerin ikizleri falan gibi karmaşıklıklar olunca herkes birbirine benziyor, bir karışıklıktır gidiyor. Kendi aralarında bu o muydu, bu muydu diye konuşmalar bile olabiliyor, hatta bu konuşmalar kişilerin yüzüne bile yapılıyor ama en güzeli buna kimse bozulmuyor.
Bir sürü dede, bir sürü nene, bir sürü torun, bir kocaman aile....

Kalabalık aile olmanın ve hep birlikte büyümenin çok güzel tarafları var. Bizim babaannemiz ve dedemiz dünyaydı, etrafında bir sürü uydusu, sonra da uyducukları olan...Onların yörüngesinden çıkmak çok zor, hatta imkansızdı...Yörüngeden çıkanlar da uzay boşluğunda kaybolur, ama sonra bir şekil illa geri gelirdi.

Yaşadıkları yer bana göre bir şatoydu. En az 30 kişinin rahat rahat birlikte kalabildiği bir şato. İstersen o kadar kalabalıkta saklanabilecek bir yer bulabileceğin, seni asla bulamayacakları gizli bölmelerin olduğu bir şato...

O evin bardakları başkaydı, çekmecelerinden çıkan herşey değişikti, ağaçlarındaki meyveler toplaması yemesi en güzeli, yatakları en rahatı, şekerleri yemekleri en lezzetlisi, üst katları en gizemlisi, evde anlatılan herşey en en eğlenceli, misafirleri en acayibi,sabunları kumlu ama en güzel kokanı, oyunları en vazgeçilmeziydi.

30 yıl önce böyleydi. Zaman değişti, acaba bizim bademler de aynı şeyleri hissedecek mi diye, herkes kendi fındıklarını, bademlerini toparlayıp yine şatoda buluştuğunda gördük ki, orası hala aynı. Dedem ve babaannem evde yoklar ama onlar  hala "dünya", biz de hepimiz ayrı yerlerde, uzaklarda başka hayatlar yaşıyor olsak da hala yörüngedeki uydular, uyducuklar... Öyle bir yörünge çizmişler ki, ne yaparsan yap, nerede olursan ol yolu kaybetmek zor, orada öğretilenleri unutmak, orada gösterilenlere aykırı davranmak imkansız. Hayattaki bütün kazançlarımız, gerçek hayatta yaşadığımız bütün zorlukların, uyumsuzlukların sebebi o şato, o şatoda bize öğretilenler...

Bu hafta sonu bana en benzeyenlerle, aynı şeylere doğru, aynı şeylere yanlış dediğim herkesle, aynı yörüngede dönüp dolaştığım büyük ailemle birlikte olmak bana kim olduğumu yine hatırlattı. Sonra ohhhh beee dedim içimden, ne olursa olsun bana birşey olmaz. Biz bir kabileyiz.

Bi ara da bu aile ağacı işine girmek lazım:)

25 Haziran 2010 Cuma

KISA SAÇLI ANNE

Ben kısa saçlı anneyim, boyum da yaklaşık 1.5 metre....Bir nevi kestaneci çocuk işte....

Ben seviyorum saçlarımı, koca bey de memnun.  Ama bizim bademden emin değilim.

Bu yaşlardaki çocuklar, her ne kadar evde besledikleri annleri kısa saçlı olsa da , kız dediğin uzun saçlı, erkek dediğin kısa saçlıdır diye düşünüyorlar.  Çevre etkisi işte. Çocuklarımızı çevrenin kötü etkilerinden korumak lazım. Her anne dışa dışa fön çektirmek zorunda değil ki, her anne ince toplu ayakkabı giymek zorunda değil ki, her anne yeeee diye peşinden koşmak zorunda değil ki...

Geçenlerde badem çocuğa bir bilmece sordum: " hoop diye yutarım içimde tutarım"...nedir bunun cevabı?
Badem çocuk cevap verdi:  " benim di mi?"
Emin yani ona hasta olduğuma....

Sıra ona geldi; şimdi ben sorucam sana dedi: "keloğlandır, kadife saçlıdır"... nedir bunun cevabı?
Biraz bozludum ama yaratıcılığından ötürü de gurur duydum:)

Sonra ona gizli gizli mesajlar verdim. Herşeyin bir opportunity cost'u vardır evladım, 2 seçeneğin var:
1- Keloğlan kadife saçlı bir anne;
seninle her oyunu oynuyor,
evi hortumla ıslatmana izin veriyor,
bayılana kadar ayakta durmana izin veriyor,
okul seçimini daha çok uyuyabil diye eve en yakını olarak seçiyor
senin için düzenlediği bütün program ve aktivitleri senin fikrini alarak yapıyor
seninle scootera biniyor
seninle ajancılık oynuyor
yağmur suyunu bardağa doldurup tadına baktırıyor
banyoda eline şemsiye verip, sağğnak yağmur dersi veriyor ...

2- Dışa dışa sarımsı (röfle diyebiliriz) saçlı bir anne;
Cumartesi Pazarları  sabahın 9unda akşamın en az 5'ine kadar, piyano, yüzme, tenis, yaşgünü, bale, drama, art, vs programları ile dolduruyor (lego bile oynayacak zaman bırakmayan)
Yedin mi, terledin mi, soğuk içtin mi, taşa bastın mı sorularını sıkça soruyor
Önce kendi istediğini, sonra senin istediğini yapıyor
(daha çok şey var da , seçim yapması için daha fazlasına gerek yok)

Seç bakalım.....
Badem çocuk, gizli mesajı çok net aldı.

Ama yine de ara sıra kırmızı ruj , topuklu ayakkabı görünce "oooooo" demekten kendini alamıyor, erkek çocuk ne de olsa:)

Bademe öğrettim bu saç olayının çok da mühim olmadığını, hatta bir tarz meselesi olduğunu ama doğada öğretilmesi gereken, algısı açılması gereken bir çok yavru olduğunu gördüm...Bademin yoga gösterisinde...(yoga gösterisi konsepti de başka bir başlık olarak gelecektir ayrıca)


Hikayem şöyle:
5 ve 6 yaşında 10-12 adet minik karşılıklı dizilir, adına melekler koridoru denen bir yol oluşturur. Yoga eğitmenleri onlara,  bu koridordan geçenlere güzel şeyler söylemelerini öğretmiştir. Minikler tek tek koridordan geçen kişinin elini tutarak, onun kulağına "güzel" birşey söyler...Gerçekten hiiiç abartmıyorum; 1 tek çocuk hariç hepsi, aynı güzel şeyi söylediler bana:  "saçın çok güzel"....

Bir tek çocuk başka birşey söyledi, o da benim badem; "sen dünyanın en güzel annesisin".

hop diye yutmiim, içim de tutmiim de ne yapiim:)

Not: Yukarıdaki 1 ve 2 numaralı seçenekler semboliktir dostlar. Ben sarıyım ama o dediklerini yapmıyorum şeklinde havayı ağırlaştırmaya çalışmayalım sakın. Uzatabilsem ben de uzatıp, sarıya boyatırdım saçlarımı...

23 Haziran 2010 Çarşamba

LIKE IT





Bugün LIKE IT günüydü....

Fikir uçuşturup, cin olmaya çalışırken kurumsal hayatımdaki en yakın arkadaşıma bir GOL attım, bir nevi kendi kaleme GOL attım aslında.  Kendisi iyi kalecidir ama yedi golü. Neyse ki şampiyonluk kaçmadı,

Uzun zaman aradan sonra yeni şeyler öğrendiğim özel bir gündü benim için. Bir de yanında yemeler içmeler, açık kapıdan gelen bol oksijen, ailecek bayıldığımız yağmur falan olunca, kıvrımcıklardaki virajları alabilme levelım bayaa bi yukarılara çıktı.

Bizim kaleci iyi bir kaleci değildir, yer golleri ama maçı almayı da bilir.  Günü neşelendiren bir konsept bulmuş; LIKE IT...Ben cidden  LIKE IT. Konsepti destekleyen POP'lar da yaptırmış. Senin anlattıklarını beğendim diye uzun uzun gevelemektense, LIKE IT'imizi kaldırdık; böylece ne dediğimizin anlaşılmadığı uzun uzun cümleler yerine sevdim-sevmedimle mevzuları hızlıca geçtik.

Kurumsal hayat 1 gün için oldukça fazla yeni bilgiyle bitti ve ben koşa koşa bizim çekirdeklerin yanına, oyun oynadıkları alışveriş merkezine gittim. Benim büyük oğlana, bi takım elbise almamız lazımdı. Ancak küçük çok sevmez alışveriş olayını.  Onun için alışveriş demek Nezih, D&R, çok azıcık da GAP demektir. Bunlar dışında herhangi bir yere girildiğinde başlar oflayıp poflamaya, hep sizin istediğiniz oluyor zaten, bazen çocukların da istediği olmalı, ama unutmayın ki çocuklar da bazen annelerine kızabilir şeklinde mırıldanmalar... Benden ses çıkmaz böyle durumlarda, o da anlar durumu, bu sefer ses daha acıklı bi tona ayarlanarak, ama sen de herşeye sinirleniyorsun, istersen barışalım, tamam sen küs değilsen ben barışiyim, peki PSP'im yanında mı, o zaman iPhone'nu verler başlar....Olay, bademe kıyamamakla sonuçlanır, hiç bir iş halledilemeden wii oynamak ya da resim yapmak üzere evin yolu tutulur.

Benim bugünkü akşam mesaimin özel görevi, ne yapıp ne edip, bay kocama hafta sonu aile düğününde giyeceği takım elbiseyi almaktı. Bademin buna engel olmasına müsade edemezdim çünkü başka zamanımız yoktu bu özel görevi tamamlayabilmek için. O takım elbiseyi alamamak demek, cumartesi gününe kadar annemle bu konuyla ilgili en az 20 telefon konuşması yapmak demek, hafta sonu da ne giyersek giyelim bizim kraliçe tarafından beğenilmemesi demekti....Yok yaaaa...Ben alır mıyım bu riski? Zaten saçlarım kısa, topuz olmuyor, bi de kocamı yediremem dedim, yaptım planı.

Bugünün LIKE IT'i elimde buluştum badem çocukla. Baaaak sana ne getirdim;  biz bugün bi oyun oynadık işte, çok eğlendik, şimdi seninle devam edelim diye sana da getirdim oyuncağı dedim.  O fotoblok parçasına zıpladı bayıldı; işten geldi ya çok kıymetli bir parça onun için...

Oyunumuzun konusu şu; şimdi baban mağazalarda bazı elbiseler giyip çıkaracak biz de onlara bakıp, beğenirsek LIKE IT  kaldıracağız, beğenmezsek zoooooorrrrrrttt diye bağıracağız. İkimiz aynı anda LIKE IT kaldırırsak , o kıyafet kazanacak. Oyun bitecek , evimize gideceğiz.

Ben sevdim oyunu, badem çocuk sevdi, baba da sevdi ama en çok mağaza çalışanları sevdi.

Siyah bir takım elbise almak hepimiz için ancak bu kadar eğlenceli olabilirdi.

Oziciiim, LIKE IT için teşekkür ederiz. Huzur ve neşe içinde aldık o siyah takım elbiseyi. Onu her giydiğimizde seni hatırlayacağız.

Bu arada akşam yemeği mönüsüne de LIKE IT kaldırdı, ama ters tuttu:)



22 Haziran 2010 Salı

İLK KİŞİSEL SERGİMİZ AÇILDI


Gururla duyururum...

İlk kişisel resim sergimizi açtık. Eylül ayının sonuna kadar sanat severlerle buluşuyor eserler.

Bizim bademin kalem kağıtla macerası 1.5 yaşında başladı. Ben sanata ve sanatçıya çok değer veren bir kişiliğim. Ancak ne yazık ki yetenek seviyem oldukça düşük. Çok istedim ki badem yetenekli olsun. Ama yine ne yazık ki, badem de 5.5 yaşına kadar sadece karaladı durdu. Ama öyle böyle karalama degil. Her hafta İKEA'nın bir koca rulosunu bitirdik.

Ruloyu yere serdik, üzerine boya sıktık, boyay basıp kağıt yolda yürüdük, kağıda yattık izimizi çıkardık.
Evdeki dolapları boyayalım gayretine girdim, yine karaladı, bi de üstelik boyaları birbirine karıştırınca renk diye bi zevk de kalmadı.
Koca taşları toplayıp, yükledim sırtıma eve getirdim, hadi boya dedim, yine çamurlu görünümlü taşlar ürettik.
Ben hepsine sabırla saygı duydum. Büyük eser yaratmış gibi evin en baş köşelerinde yer verdim bu nadide parçalara...

Resimler 5 yaş civarı hala karalamaydı. Ama karalamaları anlatmaya başladı. Gemi yaptım, yarış yolu yaptım, buradan tren geçiyor falan da filan...Hikayesi bol, bakmaya doyamadığım bir sürü karalama sayfalarımız oldu.

Bu arada ilginç bir şekilde, daha önce yaptığı resimlere bakarken, yaptığı zaman uydurduğu hikayelerin aynısı ile anlattı resimleri hep. Ben de dedim ki, demek o görüyor ben görmüyorum. Sergilere taşıdık, bienallere gittik. Bi ışık vardı. Benim bu da nedir be böyle dediğim parçalara, bu bir kirpi, bu bir güneş gibi benzetmeler yaptı. Ben de bakınca gördüm güneşleri kirpileri...Öyle umut dolu 5.5 yıl, hiç yılmadan sabırla bekledim.

Çocuk bir gün okuldan geldi, bir araba çizdi biz düştük. Karalamadan sonra nasıl birden bunu yaptı ki diye....Sonra yavrucuk bi açıldı hala şaşkınız.

Her akşam en az 3 resim çiziyor.Hiç taşırmadan boyuyor, renkleri inanılmaz güzel kullanıyor. Yani ben bir hayranı olarak çok beğeniyorum.

Eee böyle olunca , o halde birikmiş resimlerden sergimizi açalım dedik. Bir akşam en sevdiklerimizi toparladık, evdeki en büyük boş duvarda sergiledik.

Ziyaretçiler çok beğeniyor. Hatta satın almak isteyenler oldu. Her birinin değerini badem belirliyor. En sevdiği resimler binbiryüz hot wheels (bilmeyenlere hot wheels küçük araba markası), eh ortalar 5 kinder, iyice az beğendikleri 10 hotwheels falan değerinde...Hepsinin onun gözünde bir değeri var. Borsa gibi, her gün değerleri değişebiliyor bu resimlerin.

Eve her geleni önce sergiye götürüyoruz. Satılan resimleri hemen vermiyoruz, Eylül'de sergi kapanırken sahiplerine teslim edilecekler.

Çocukların yaptıkları resimlerin ne anlama geldiğini , neler anlatmak istediklerini daha iyi anlamak isterseniz, Prof Dr Sabiha Pektuna'nın kitabını tavsiye ederim. Ben, bizim bademin hep karaladığı ilk evre eserlerinde, şifreyi çözmek için bayaa bi başvurdum o kitaba. O zaman çok faydası olmadı ama olgunluk çağı eserlerindeki şifreleri çözmek için çok faydalı bir kitap.

Resime kaleme kitaba kağıda teşvik sırasında yaşadığım en büyük zorluk, anne fil çiz, anne maymun çiz , bisiklet çiz gibi isteklerdi. Yetenek yok ama heves var demiştim ya; ben çalıştım. En iyi arkadaşlarımdan biri olan google yine beni bademe karşı mahçup etmedi. Bir sürü exercise sitesi çıkardı karşıma. Benim en sevdiklerimden biri aşağıdaki link. Bir sürü farklı kapı da açılıyor o linkten. Hem neyi nasıl çizicem öğrenebilir, hem de bir sürü aktivite seçeneği bulabilirsiniz.

http://www.artistshelpingchildren.org/howtodraw.html

Küçük Picasso'yla gurur duyuyorum:)

size de iyi eğlenceler...

21 Haziran 2010 Pazartesi

SCOOTER VE BİZ

Sevgili Herkes,

Ben ve oğlum birer scooter fan'ıyız. Oğlum 3 yaşından beri kullanıyor ben de 33 yaşımdan beri...

Onun scooterla tanışması klasik bir hikaye...Çocuk-bisiklet, çocuk scooter ilişkisi. Benimki biraz daha zorunlu oldu. Koşan çocuğa yetişmek kısmen mümkün ama scooterla uçan çocuğa yetişmek saatte 30 km hızla koşamadıgın sürece mümkün değil. Her köşe başında "gitti yavru, gözden kayboldu" acısı çekeceğime ben de çekerim bir scooter, nefesimi ensesinde hisseder; sen sağ ben selamet huzur buluruz dedim. Ve en yakın Interspor'dan bana uygununu aldım.


Aman ne iyi yapmışım. Ben yıllardır ne boş yere yürüyormuşum ki? Utanmasam işe bile scotterla gidecegim neredeyse.

İlk zamanlar biraz utanıyordum, herkes bana bakıyor sanıyordum. Sonra alıştım. En zorvolanla başladım; Bebek Parkı'nda kaydım, önce arkadaşlarıma gösterdim, alışın yani durum bu dedim. Bi tur da bana versene diyenleri gördükçe cesaretlendim.


Sonra Nişantaşı'nda Valikonağı'ndan verdim aşağı....Ona da alıştılar. Önceleri utanıyordum dedim ya, sonradan havalı bile gelmeye başladı bu iş bana.


Olayı bir de oğlum tarafından anlatmak isterim; benimle gurur duydu. Burnunun dibindeyken bile "anneeeeee" diye bağırmalarından anladım ki etraftaki diğer çocuklara; "bu benimle kayan var ya, aslında annem" mesajı veriyordu. Hatta öyle yakın hissetti ki , kaydığımız günlerin akşamı evde sohbet ederken küçük sırlarını bile anlatmaya başladı.


Scooter benim hayatımı renklendirdi tamam, ama bir de kolaylaştırdı. Tüm yurtdışı seyahatlerine giderken scooterları da almaya başladık yanımıza....Koca koca caddeleri, alış veriş merkezlerini 3 yaşında çocuk yürüyerek ne kadar dolaşabilir ki? İşte bununla....Hatta 1 değil 10 kere dolaşır. 3 senedir baltalar elimizde uzun ip belimizde istediğimiz heryere gittik, yorulmadık, sıkılmadık dolaşmaktan.

Tabii ben biraz avantajlıyım; 1.5 metreden biraz uzun olduğum için çok da acayip durmuyorum o aletin üzerinde....Ama eminim ki kocamalara göre de bir çözüm muhakkak vardır.

Şimdi yeni ulaşım aracımız bisiklet. Henuz 2 tekerlekliyi başarabilmiş değiliz. Evde çalışıyoruz. Bi başaralım kim tutabilir mi bizi?


Scooter rotaları tavsiyeleri:
1- Kuruçeşme- Hisar arası sahil yolu (pazar sabahlarını tercih etmeyin herkes etrafta. Duruma alışana kadar özellikle iş yerinden biri görmesin istiyor insan)
2- Bebek Parkı

3- Maçka İnönü Parkı (özellikle gözlerden uzak olmak isteyenler için ideal)

4- Caddebostan sahil yolu

5- Tüm alışveriş merkezleri

6- Tüm havaalanları

7- Ümraniye İKEA Meydan (özellikle yazın ortadaki fıskiyelerin arasından ıslanmadan geçme oyunu nefistir, ama muhakkak ıslanılır, yedek kıyafetin zorunlu olduğu bir aktivitedir)

8- Metro istasyonları (ajancılık ve macera odaklı oyunlar için ideal bir rotadır. Ucu bir alışveriş merkezine ve hatta bir oyuncakçıya uzanır. Ajanlar kendilerinde olmayan hot wheels arabaları bulmakla görevlidir)

Bunlar dışında başka rotalar da var ama onlar advanced level. Beginnerlar bitsin, kendi rotanızı kendiniz çizer olursunuz.

ii eğlenceler...

20 Haziran 2010 Pazar

BENCE OYUNCAK



O benim oyuncağım...Aslında halk arasında bana anne, ona da çocuk diyorlar. Ama işin gerçeği o sahip ben köle...Hani doğum yapınca kapılara asılan süsler var ya, "prens geldi, hoşgeldin prenses" falan gibi, onlar jenerik falan değil. Ya da ben çok inandım bu şakaya, gerçekten prens geldi sanıp seriverdim kendimi ayaklarının altına....

Şikayetçi miyim? Hiiiiççç...

Aramıza katıldığında ben 29'dum, şimdi 35'im.....Onunla her sene başka eğlenceli geçiyor. Yapmak istediğim herşeye "mazeret" oldu, hayatımı güzelleştirdi, zenginleştirdi, algımı açtı, farkındalığımı arttırdı, neşeme neşe kattı....


O olmasa saçma dururdu yaptığım bir sürü şey, hatta yapamazdım bile....

O olmasa kumda kürek kovayla kumdan deniz kızı ve kaplumbağa yapamazdım.

O olmasa yüz boyasıyla kendimi bıyıklı korsan yapamazdım.

O olmasa balkondaki şişme havuzda yüzemezdim(!).

O olmasa wii'de rekorlar kırabilecek iyi bir nintendocu olamayabilirdim

O olmasa scooterım olmazdı, Nişantaşı'nda, Bebek'de herkes gibi yürüyor olurdum. Kuruçeşme'den Hisar'a scooterlarla gitmenin eğlencesini bilemezdim. Yurtdışındaki ,havaalanlarındaki uzun uzun yolları yürümek zorunda kalırdım.

O olmasa sabahın köründe Caddebostan'dan denize hiç giremezdim.

O olmasa gecenin bir körü hadi yüzelim dediğinde kalkıp havuza gitmeye üşenirdim.

O olmasa asansör çağırmanın " ASANNNSÖÖÖÖRRR" diye olabileceğini hiç düşünemezdim.

O olmasa çok uzun boylu ve şişman insanlara TRUVA ATI demeyi akıl edemezdim.

O olmasa metroda cebimde telsizlerle ajancılık kesin oynamazdım, gizli görevi asla tamamlayamazdım.

O olmasa trambolinde bacaklarım kopana kadar zıplayamazdım.

O olmasa tenis oynamaya başlamazdım.

O olmasa evin içine çadır kurup, vahşi hayvanlardan korunmaya çalışamazdım.

O olmasa başımda madenci lambasıyla yorganın altında saklı olan M&M madenlerini bulmaya çalışmazdım.

O olmasa wipe out'daki yumruk duvarı, varil ve diğer korkunçların taklitini yapıp , oyunu yatakta kurgulamaya çalışmazdım.

O olmasa pazara gidip bu nanedir, koklayalım, bu rokadır elleyelim bilgilendirmesi sonrası , yeşilliklerin karşısında koklayarak hangi yeşil hangisi oyunu oynayamazdım.

O olmasa yaptığımız resimleri ağaçlara asıp bütün yaz sitenin diğer çocuklarının da katıldığı sergi yapamazdım.

O olmasa yurtdışı gezi programlarımıza, Heide'nin evi, hayvanat bahçesi, su parkı, kaykay pisti, sihirbaz gösterisi, Lion King müzikali gibi renkleri dahil edemezdim.

O olmasa google search'ı bu kadar kullanamazdım.

O olmasa evdeki küçük masayı pencere kenarına çekip restorana gelmişiz, garson babamız, ahçı yardımcımız oyunu oynayamazdım

O olmasa "canım Nutella istedi ama gemide yemek istedi" sesini duymazlıkdan gelirdim, sırf nutella yemek için Beşiktaş-Üsküdar motoruna asla binmezdim.

O olmasa çocuk hikayelerini yeniden okuyup, çizgi filmleri yeniden seyredip hayatın aslında çok basit olduğunu hatırlayamazdım.

O olmasa akşamları oyun oynayıp resim yapmak, bayrak çalışıp ülkeleri dev haritamızda bulmaya çalışmak yerine dizi seyrediyor olabilirdim.

O olmasa yağmur yağdığında koca çizmeleri ve komik yağmurlukları giyip, su birikintilerinde zıplayamazdım.

O olmasa , hayatını standarta bağlamış, sadece sinemaya , konsere giden, tatil için güncel trendlere uyan, akşam nerdesin nerdeyim geyiği yapan, herkesle aynı giyinen, aynı konuşan bir insan olabilirdim.

Şu anda o olmasa nefes alamazdım....

Lolipop,ben de baban da seni çok seviyoruz. İyi ki bizimlesin.

Senden zevk almak dünyanın en büyük zevki....

Not: Bir arada neler yapamadığımızı paylaşırım tabii:)